Etiket: Peygamber Efendimiz

Gülmenin Faydaları – Zararları

Beynimiz ve Tebessüm

Niçin tebessüm eder veya güleriz? Kendi kendimizi gıdıklayınca niçin gülmeyiz? Mizah duygusu beynimizin hangi kısmında yer alır? Bunlar gibi birçok soru, bu konuda fazla araştırma yapılmadığı için henüz cevaplandırılamamıştır. Gülmek ve kahkaha klinik bir hâdise olmadığı için, bu konuda fazla çalışma yapılmadığı düşünülmektedir. İnsanlar fazla tebessüm ettikleri ve mutlu oldukları için doktora gitmezler. Ancak bazı insanlar gülme krizleri yüzünden doktora başvurmaktadırlar. Beyinde bazı bölgelerin hasar görmesi sonucu, kontrol edilemeyen gülmeler oluşabilmektedir. Bazı epilepsi (sara) tiplerinde de aşırı gülmeler olabilmektedir.

1962 yılında Tanganika’da bir okulda bir kızda gülme krizi başlar. Kısa bir sürede bu kriz bütün okula yayılır. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu kriz yüzünden okul üç hafta süreyle tatil edilir. Nature dergisinin 1998 yılında yayımlanan 391. sayısında “Elektrik Akımı Kahkahayı Uyarır” başlıklı bir makalede beyin ve gülme ile ilgili bilgiler kamuoyuna sunulur. 16. yy’da bir kızın beyninin bir kısmı epilepsi yüzünden çıkarılır. Ameliyat sırasında doktorlar kızın beyninin serebral kortex (beyin kabuğu) denilen kısmında bir bölgeyi elektrik akımıyla uyarırlar. Sol üst frontal gyrus adlı 2×2 cm boyutundaki saha her uyarıldığında, kız daima gülmektedir. Beynin bu bölgesi motor (hareketle ilgili) bölgedir.

gulme

Makalenin yazarlarına göre beyinde mizah ile ilgili üç bölüm vardır.

  1. Mizahın hissî kısmı ile ilgili bölüm: Gülmenin olması için bir tetikleyenin olması lâzımdır. Mizahî bir hâdise mizah duygusunu uyandırabilir. Beyinde duyguların merkezi de limbik sistemdir.
  2. Mizahın düşünme kısmı ile ilgili bölüm (Cognitive part): Mizahın, mizah olarak algılanması için gerekli olan bölümdür. Yani bu bölüm olmazsa yapılan bir lâtife, espri olarak algılanmaz.
  3. Gülümsemenin olması için yüz kaslarını çalıştıran motor bölüm: Kaslar, kasları çalıştıran sinirler ve sinir bağlantılarından müteşekkildir.

Bu çalışmalara rağmen hâlâ beyin-gülümseme münasebeti hakkında çok az şey biliyoruz. “Gülümseme nedir? Niçin gülüyoruz? Gülerken beynimizin içinde neler oluyor?” gibi soruların cevabını tam olarak veremiyoruz.

Gülmenin Faydaları-Zararları

Gelotoloji, gülmenin fizyolojik özelliklerini inceleyen bir bilim dalıdır. Bu bilime göre, gülme, ses ve hareketten öte bir şeydir. Gülme sırasında birçok kas koordineli bir şekilde çalışır:
1- Kan basıncı artar,
2- Kalb hızlı atar,
3- Solunum değişir,
4- Nörokimyevî madde seviyesi azalır,
5- İmmün sistem canlanır, harekete geçer.

Gülme sonucu kaslar yumuşadığı için insanlarda bir rahatlama olur. Bazı hastahanelerde morali artırmak için “mizah odaları” vardır.

Psikonöroimmünoloji; psikoloji, nöroloji ve immünoloji kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Stresin ve üzüntünün, sinir sistemine nasıl tesir ettiğini araştırır. Psikonöroimmünolojiye göre hastalıkların %50’sinin sebebi; üzüntü, stres, hayatı yanlış anlama, karamsarlıktır. Gülümseme, otonom sinir sistemini harekete geçirerek stres hormonlarının ve nörotransmitterlerin seviyesini değiştirir. 60 dk’lık bir komedi programı kortizolu, büyüme hormonunu ve kateşolaminlerin seviyesini azaltır.

Kortizol, immün sistemini baskılar; gülme ile bu baskı ortadan kalkar. Yine gülümseme ile:

  • Mikroplarla savaşan ve savunma sistemimizin bel kemiği olan immünoglobünlerin (antikor) seviyesi artar.
  • Tabiî öldürücü hücrelerin ve anormal hücreleri yok eden hücrelerin aktivitesi artar.
  • İmmün sisteme destek olan plasma sitokininlerin ve gama interferonların seviyesi iki kat artar.

Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden W. Fry ve Hastalığın Anatomisi adlı kitabın yazarı N. Cousins’e göre gülme, ankylosing spondylitis gibi hayatı tehdit eden bir kollagen doku hastalığında bile kullanılabilir. 1990′da 41 lise öğrencisi üzerinde bir seri deney yapılır. Öğrenciler iki gruba ayrılır. Birinci gruba mizahî, diğer gruba sıradan bir konuşma dinlettirilir. Deney öncesi ve sonrası öğrencilerin tansiyonları ve lgA (immünoglobün) seviyeleri tükürükte ölçülür. lgA, viral ve bakteriyal enfeksiyonlara karşı vücudun ilk savunma silâhıdır. Mizah grubunda lgA miktarı önemli nispette artmıştır. Diğer grupta bir değişiklik olmamıştır.

Gülünce yüz ifademiz değişir. Kol, bacak ve göğüs kaslarımız harekete geçer. Ancak tebessüm bu kadar faydalı olmasına rağmen kahkahanın birçok zararları vardır. Peygamberimiz bu konuyu “kahkaha kalbi öldürür” diyerek yüzyıllar önce dile getirmiştir.

Kahkaha kalp krizlerine, beyin kanamalarına ve felçlere yol açabilir. Bununla ilgili vakalar rapor edilmiştir. Karın bölgesinden ameliyat olanlar kahkaha atmamalıdırlar. Çünkü dikişleri yırtılabilir. Kaburgaları kırılmış insanların fazla gülmeleri de iyi değildir. Bu tip rahatsızlıkları olan insanların yanında kahkaha attıracak espriler yapılmamalıdır.
Size bir tebessüm edemeyecek derecede yorgun birine rastlarsanız, siz tebessümünüzü esirgemeyiniz. Çünkü gülümsemeye en çok muhtaç olan kimse başkalarına verecek tebessümü olmayan kimsedir.

Sözümüzü bir hikâye ile bitirelim

Garson, servis yaparken müşteriye gülümser, bundan mutlu olan müşteri garsona iyi bir bahşiş verir. Garson sevinir, iyi bir alışveriş yapar. Eve dönerken yolda bir dilenciye rastlar, bahşişin bir kısmını da ona verir. Dilenci de sevinir ve o paranın bir kısmıyla ekmek alır. Kulübeciğine dönerken yolda zayıf bir kedi görür, ona acır. Garsonun verdiği parayla süt alır, kediyi eve götürür, sobayı yakar ve uyurlar. Gece kulübede yangın çıkar. Kedi yaptığı gürültü ile dilenciyi uyandırır. Adam yanmaktan, mahalle de yangından kurtulur.

Tebessüm deyip geçmeyin, bakın nelere vesile oluyor.

Hazret-i Muhâmmed’in Kişilik Özellikleri

Hazret-i Muhâmmed, uzuna yakın orta boylu, pembemsi nuranî beyaz tenli olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizasından taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hazret-i Muhâmmed’in başı irice olup O’na ayn bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı. Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı. Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını asla ihmal etmez, yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası hafif aralıklı, gözleri siyah, burnunun üst tarafı gayet itidal üzere yüksekçe, dişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı. Omuzlarının arası genişçe, omuz başları kalın, el ve ayakları enlice idi. İki kürek kemiği arasında, keklik ya da güvercin yumurtası büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki, bu ben, peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar, sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü. Peygamber Efendimiz, bedeninin, giyeceklerinin, yiyeceklerinin ve çevresinin temizliğine büyük bir önem ve itina gösterirdi.

Hazret-i Muhâmmed’in Şahsiyeti ve Ahlakı

Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu kadar ahlak ve şahsiyeti itibariyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlak üzeresin” (el-Ka-lem, 68/4). Bizzat Hazret-i Muhâmmed; “Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur (Muvatta’, Husnü’1-Hulk,  . Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri Cenab-ı Hakk’ın kontrol ve murakabesi altında idi. Bu sebeple O; “Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti” buyurmuş (Süyüti, el-Ca-miu’s-Sağîr 1/14); hayatı boyunca gayri İslamî ve gayri insanî hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sadır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası, yardımseverliği ve her türlü güzel ahlakı ile takdirler kazanan ve KureyşIiler tarafından “el-Emîn=güvenilir kişi” ünvanına layık görülen Hazret-i Muhâmmed, peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur’an’la mü’minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlakî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye Ashab-ı kiram’dan birisi Hazret-i Muhâmmed’in ahlakını sorduğu zaman, Hz. Aişe; “O’nun ahlakı Kur’an idi” diye cevap vermişti (Müslim, Müsafirîn 136).

Peygamber Efendimiz, Allah’ın Rasulü ve İslam devleti’nin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevazî ve samimi idi. Daima sade bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sade idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir müracaatı boş çevirmez, meşru istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecaat, sabır, azim ve ümit, müsamaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O’nun belirgin ahlakî özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekaya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhakeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenab-ı Hakk’a tevekkül ederdi.

İdareci Olarak Hazret-i Muhâmmed

Kur’an-ı Kerîm’in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet’in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hazret-i Muhâmmed, teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine’ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devleti’nin ilk başkanı olmuştu. Hazret-i Muhâmmed’de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkanına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklıhaksız her hususta ona itaata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hak’tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır.

Adalet ve hakkaniyet ölçülerine uyma, O’nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve “Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim” buyurdu (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8, 9). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itaat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.

Hazret-i Muhâmmed‘in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur’an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En’am, 6/57, 62; Yusuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hakimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah’a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah’ın vahiylerini ihtiva eden Kitab’a, yani Kur’an-ı Kerim’e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hazret-i Muhâmmed ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hazret-i Muhâmmed’in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak’tan aldığı, ama Kur’an’da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hazret-i Muhâmmed’in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.

Devlet Başkanı Olarak Hazret-i Muhâmmed

Toplumda Müslümanlar arasında veya İslam devleti’nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazan ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hazret-i Muhâmmed adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

Eğitimci Olarak Hazret-i Muhâmmed

Hazret-i Muhâmmed‘in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim” buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hazret-i Muhâmmedin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın emrine uyarak; “Rabbim, benim ilmimi artır!” (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah’a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; “Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!” (İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

Bu ölçüler içerisinde Peygamber Etendimiz ashabını Medine’ye hicretten önce Mekke döneminde Daru’l Er-kam’da, Hicretten sonra da Mescidü’n-Nebîde ve Suffa’da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hazret-i Muhâmmed evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesair durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hazret-i Muhâmmed tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti.

Okuma-yazma, basit matematik, Kur’an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası’nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli Müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hazret-i Muhâmmed, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on Müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda Müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Rasülüllah’ın zevceleri ve Ashabın alim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hazret-i Muhâmmed’e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa’ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.

Komutan Olarak Hazret-i Muhâmmed

Kureyş müşrikleri başta olmak üzere İslam düşmanlarının faaliyetleri ve İslam’ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları, İslam’ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine’ye hicretten itibaren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu olmak üzere, Hazret-i Muhâmmed’in hayatında savaşlar, kaçınılmaz olarak zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hazret-i Muhâmmed fevkalade yüksek bir komuta güç ve dirayetine, eşsiz bir askerî kabiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri, hücum, savunma ve manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri, savaş araç ve gereçleri hususunda yeni gelişmeleri takip ederek başarı ile uygulama hassasiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecaatli olduğundan Uhud ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en hararetli ve kritik anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında Ashabın tereddüte düştüğü, bazılarının dağıldığı sıralarda bile sebat gösterir, en tehlikeli anlarda Ashabı O’nun yanına sığınarak kendilerini korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu bilinemeyeceğinden, düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile metanetini kaybetmez ve akl-ı selîm ile düşünerek dağılan kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu gerçekleştirerek üstünlük sağlardı.

İstihbaratın askerlikteki önemini gayet iyi bildiğinden cihad öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında düşman faaliyetleri konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir, küffar arasında devamlı istihbarat elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu maksatla ve çevre emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da çıkarmıştır. Sefer sırasında, özellikle mola verildiği anlarda ani bir düşman baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır. Müslümanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini takviye etmek üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslami unsurlar içeren parolalar belirlerdi. Ayrıca Hazret-i Muhâmmed’in her gazvesinde ve çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O’nun yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve pusulara yer verildiği gibi, gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını açacak bir takım hilelere de başvurulabiliyordu.

Özellikle soğuk harple düşmanı yıpratma, psikolojik baskı altına alarak moral olarak mağlup etme ve böylece direnme gücünü kırma usulü Hazret-i Muhâmmed tarafından uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan dökülerek düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hazret-i Muhâmmed kan dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın çıkmaması için üzerine düşen tüm çabayı sarfediyor, sulh yollarını deneyip bu hususta düşman tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu bakımdan Hazret-i Muhâmmed nazarında sulh asıl olup; harp, geçici idi. Yalnız Hazret-i Muhâmmed’in sulh anlayışı, çevrede hakim batıl güçlerin, idaresi altında bulunan halk üzerinde baskı kurarak, sultalarını sürdürüp zulüm ve haksızlık icra etmelerine seyirci kalmayı; insanların inanç ve düşünceleri sebebiyle takip altında tutulup baskıya, eziyet ve işkencelere maruz bırakılmalarına göz yummayı gerekli kılmıyordu. Hazret-i Muhâmmed’in sulh anlayışına göre; insanlar inançlarını belirlemede tamamıyla serbest tutulmalı, hür iradeleri ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı söz konuşu olmaksızın bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette insanlara hak ve hidayet yolunu gösterecek İslam tebliğcileri de bu sulh vasatında hak ve hakikatin apaçık delillerini insanlara anlatarak, onları gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler, ama hiç kimseyi İslam’a girme konusunda zorlamayacaklardı.

Ne var ki hakkın varlığını hazmedemeyen batıl gücün temsilcileri İslam’ın bu şekilde sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları baskılar altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından, Hazret-i Muhâmmed açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hazret-i Muhâmmed kan dökülmesini istemiyor, bu konuda gerekli tedbirleri alıp lüzumlu emir ve talimatlarını veriyordu. Mesela düşmanla karşı karşıya gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce düşman kuvvetlerini İslam’ı kabul etmeye mutlaka çağırır, bu teklif reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz karşılık verirdi.

Ayrıca düşman saldırmadan, saldırıya geçmeme; harp sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati organlarını değil, el, ayak, bilek, dirsek, diz gibi mafsallarına hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum edip etkisiz hale getirme; esir olup eman dileyene eman verme; cahiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup kulağını burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine cahiliye devrinde sırf intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktul düşen düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insanî uygulamanın terkedilerek düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri, O’nun komutasında cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde verdiği talimat arasında yer almaktadır.

Aile Reisi Olarak Hazret-i Muhâmmed

Hazret-i Muhâmmed, henüz gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken Mekke’de Hz. Hatice ile evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O sıralarda birden çok kadınla evlenmek, Araplar arasında son derece yaygın bir adet olmakla beraber Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel bir takım sebep ve hikmetlerle Hazret-i Muhâmmed birden çok kadınla evlendi. Bu evliliğin sebeplerini, İslam düşmanlannın yaptığı gibi nefsanî ve şehevanî arzulara bağlamak asla doğru değildir. Çünkü Hazret-i Muhâmmed’in çok evliliği iddia edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı olsaydı, bu evliliklerin Hazret-i Muhâmmed’in söz konusu arzuyu daha ziyade duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip eden seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hazret-i Muhâmmed, tam yirmi beş yıl sadece Hz. Hatice ile evli kalmış, onun vefatından sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar gerekli kıldığı için yeni evlilikler yapmıştı.

Bazen evlilik dolayısıyla temas kurulan ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere İslam’ın iletilebilmesi düşüncesi, bazan evleneceği zeki, kabiliyetli ve bilgili eşi vasıtasıyla kadınları İslami esaslara göre daha rahat eğitebilme arzusu, bazan savaş dolayısıyla ortaya çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar arasından evlilik yaparak bertaraf edip muhatap kitlelerini celbetme lüzumu, bazan İslam hukukunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hazret-i Muhâmmed’in tatbik ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî, siyasî, hukukî, sosyal bir çok sebep ve hikmet Hazret-i Muhâmmed’in çok evlenmesini gerekli kılmıştı. Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı on bir olup şunlardı:

Hatice bint Huveylid, Sevde bint Zem’a, Âişe bint Ebûbekir, Hafsa bint Ömer, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye, Zeyneb bint Cahş, Cüveyriye bint elHaris, Ümmü Habîbe bint Ebu Süfyan, Safiyye bint Huyey ve Meynûne bint el-Haris. Reyhâne ve Mâriye ise cariyeleri idi.

Hazret-i Muhâmmed’in zevcelerinden Hz. Hatice, Mekke’de peygamberliğin onuncu yılında, Zeyneb bint Huzeyme ise Medine’de Hicretin dördüncü yılında vefat etmişti. Bu sebeple Peygamber Efendimizin bir arada dokuz eşi bulunmuş ve bu sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya kadar uzun bir sürede evlilik zarureti çıktıkça aralıklarla ulaşılmıştır.

Hazret-i Muhâmmed‘in bu zevcelerinden Hz. Aişe dışındakilerin tamamı Rasülullah ile evlendikleri sırada dul idiler ve pek çoğunun eski eşlerinden çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da idi. Bu durum da, Hazret-i Muhâmmed’in evliliğini gerekli kılan özel bir takım sebep ve hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir. Hazret-i Muhâmmed’in hanımlarının Mescid’e bitişik olarak inşa edilmiş birer odaları vardı. Peygamber Efendimiz her gün sıra île bir eşinin yanında kalırdı. Hepsine karşı güler yüzlü davranır, ilgi gösterir, ev işlerinde onlara yardım eder, söküklerini kendisi dikiverir, aralarında adaletle muamelede bulunur, hiç birine diğerinden ayrı davranmazdı. Zaman zaman onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı.

Hayatı boyunca Hazret-i Muhâmmed’den hanımlarına karşı kötü bir söz veya davranış sadır olmamıştır. Peygamber Efendimiz, hizmetinde bulunan görevlilere, karşı da asla sert ve haşin davranmaz; kendi yediklerinden onlara da yedirir, giydiklerinden onlara da giydirirdi. Küçük birer odadan ibaret olan hane-i saadetleri son derece sade, ama temiz idi. Bazen bir hasır, bazan yünden dokunmuş bir ihram, bazan da içi hurma lifleri ile doldurulmuş deri kaplı bir yatak Hazret-i Muhâmmed’in oda döşemesini ve yatağını oluşturuyordu.

Her konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve israftan kaçınarak sadeliği tercih eden Hazret-i Muhâmmed, bazı zevcelerinde görülen daha iyi imkanlarla daha müreffeh bir yaşayış arzu ve isteği üzerine Kur’an’da da temas edildiği üzere “Şayet dünya hayatını ve süslerini istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini güzellikle salıvereceğini, ama şayet Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorlarsa Allah’ın iyi davrananlar için büyük bir mükafaat hazırladığını” (el-Ahzab, 33/28-29) belirterek tavrını açıkça ortaya koymuştu. Tabiî ki Hazret-i Muhâmmed’in zevceleri bu ikaz üzerine beşer olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama arzu ve isteğini terkedip Hazret-i Muhâmmed’in yanında kalmayı ve O’nun sade yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.

Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel yaşayışında ahlakında, dini tebliğinde, devlet idaresi ve askerî komutasında, eğitim ve öğretiminde, kısacası tüm sözleri, hareketleri ve davranışlarında bütün Müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Andolsun ki Rasûllah’ta sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır” (el-Ahzab, 33/21).

Allah’ın salat ve selamı O’nun üzerine olsun.