Etiket: Türkiye

Hz. Mevlana’nın Hayatı

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.

Sultânü’I-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü’I Ulemâ Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ’be’ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü’I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’de “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını Mevlâna’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

Photos by ; LE_M@SC, utku kaynar, nilgun erzik, nurzen, EEY, George Kaplan

Mevlana Jalaluddin Rumi

“Come, come again, whoever you are, come!
Heathen, fire worshipper or idolatrous, come!
Come even if you broke your penitence a hundred times,
Ours is the portal of hope, come as you are.”

Who is Mevlana?

Mevlana who is also known as Rumi, was a philosopher and mystic of Islam, but not a Muslim of the orthodox type. His doctrine advocates unlimited tolerance, positive reasoning, goodness, charity and awareness through love. To him and to his disciples all religions are more or less truth. Looking with the same eye on Muslim, Jew and Christian alike, his peaceful and tolerant teaching has appealed to men of all sects and creeds.

Mevlana was born on 30 September 1207 in Balkh in present day Afghanistan. He died on 17 December 1273 in Konya in present day Turkey. He was laid to rest beside his father and over his remains a splendid shrine was erected. The 13th century Mevlana Mausoleum with its mosque, dance hall, dervish living quarters, school and tombs of some leaders of the Mevlevi Order continues to this day to draw pilgrims from all parts of the Muslim and non-Muslim world.

Sema is part of the inspiration of Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207- 1273) as well as of Turkish custom, history, beliefs and culture.

Sema: Human Being in the Universal Movement

From a scientific viewpoint we witness that contemporary science definitely confirms that the fundamental condition of our existence is to revolve. There is no object, no being which does not revolve and the shared similarity among beings is the revolution of the electrons, protons and neutrons in the atoms, which constitute the structure of each of them. As a consequence of this similarity, everything revolves and man carries on his live, his very existence by means of the revolution in the atoms, structural stones of his body, by the revolution of his blood, by his coming from the earth and return to it, by his revolving with earth itself.

However, all of these are natural, unconscious revolutions. But man is the possessor of a mind and intelligence which distinguishes him from and makes him superior to other beings. Thus the “whirling dervish” or Semazen causes the mind to participate in the shared similarity and revolution of all other beings… Otherwise, the Sema ceremony represents a mystical journey of man’s spiritual ascent through mind and love to “Perfect.” Turning towards the truth, his growth through love, desert his ego, find the truth and arrive to the “Perfect,” then he return from this spiritual journey as a man who reached maturity and a greater perfection, so as to love and to be of service to the whole of creation, to all creatures without discrimination of believes, races, classes and nations.

Sema consists of seven parts.

The first part

The dervish with his headdress (his ego’s tombstone), his white skirt (his ego’s shroud) is by removing his black cloak spiritually born to the truth, he journeys and advances there. At the onset and each stop of the Sema, holding his arms crosswise he represent the number one, and testifies to God’s unity. While whirling his arms are open, his right hand directed to the skies ready to receive God’s beneficence, looking to his left hand turned toward the earth, he turn from right to left around the heart. This is his way of conveying God’s spiritual gift to the people upon whom he looks with the eyes of God. Revolving around the heart, from right to left, he embraces all the mankind, all the creation with affection and love… It starts with an eulogy “Nat-I Serif” to the Prophet, who represents love, and all Prophets before him. To praise them is praising God, who created all of them

The second part is a drum voice, symbolizing God order to the Creation: “Be.”

The third part is an instrumental improvisation “taksim” with a reed “ney.” It represents the first breath which gives life to everything. The Divine Breath.

The fourth part is the “dervishes” greetings to each other and their thrice repeated circular walk “Devr-i Veled,” with the accompaniment of a music called “peshrev.” It symbolize the salutation of soul to soul concealed by shapes and bodies.

The fifth part is the Sema (whirling). It consists of four salutes or “Selam”s. At the end of each as in the onset, the dervish testifies by his appearance to God’s unity.

The first salute is man’s birth to truth by feeling and mind. His complete conception of the existence of God as Creator and his state of creature. The second salute expresses the rapture of man witnessing the splendor of creation, in front of God’s greatness and omnipotence. The third salute is the transformation of rapture into love and thereby the sacrifice of mind to love. It is a complete submission, it is annihilation of self with in the loved one, it is unity. This state of ecstasy is the highest grade in Buddhism, defined as “Nirvana” and in Islam “Fenafillah.” However, the highest rank in Islam is the rank of the Prophet, he is called God’s servant first and his messenger afterwards. The aim of Sema is not unbroken ecstasy and loss of conscious thought. At the termination of this salute, he approves again by his appearance, arms crosswise the Unity of God, consciously and feelingly. The forth salute Just as the Prophet ascends till the “Throne” and then returns to his task on earth, the whirling dervish reaching the state of “Fenafillah,” return to his task in creation, to his state of subservience following the termination of his spiritual journey and his ascent. He is a servant of God, of his Books, of his Prophets and all his creation.

The first salute is man’s birth to truth by feeling and mind. His complete conception of the existence of God as Creator and his state of creature. The second salute expresses the rapture of man witnessing the splendor of creation, in front of God’s greatness and omnipotence. The third salute is the transformation of rapture into love and thereby the sacrifice of mind to love. It is a complete submission, it is annihilation of self with in the loved one, it is unity. This state of ecstasy is the highest grade in Buddhism, defined as “Nirvana” and in Islam “Fenafillah.” However, the highest rank in Islam is the rank of the Prophet, he is called God’s servant first and his messenger afterwards. The aim of Sema is not unbroken ecstasy and loss of conscious thought. At the termination of this salute, he approves again by his appearance, arms crosswise the Unity of God, consciously and feelingly. The forth salute Just as the Prophet ascends till the “Throne” and then returns to his task on earth, the whirling dervish reaching the state of “Fenafillah,” return to his task in creation, to his state of subservience following the termination of his spiritual journey and his ascent. He is a servant of God, of his Books, of his Prophets and all his creation.

At the sixth part Sema ends with a reading of the Quran and specially of the verse from sura Bakara 2, verse 115, “Unto God belong the East and the West, and whither over ye turn, you are faced with Him. He is All-Embracing, All-Knowing.”

The seventh part is a prayer for the repose of the souls of all Prophets and all believers.

Mantarlar

Mantarlar (Fungi), çok hücreli ve tek hücreli olabilen ökaryotik canlıları kapsayan bir canlılar alemi ve şapkalı mantarların tümüne halk arasında verilen genel addır. Halk arasında Küf mantarı, Pas mantarı, Rastık mantarı, Maya mantarı, Mildiyö mantarı, Şapkalı mantarlar, kav mantarı, Puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içersinde incelenirler. Latince Fungi mantarlar, Fungus ise mantar anlamındadır. Dünyanın heryerinde bulunurlar. Fazla nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000 kadar türü tanımlanmıştır. Çoğu insan, mantarların bitki olduğunu düşünmektedir, ancak mantarlar bitki değildir. Çünkü mantarlar kendi besinlerini üretemezler.

Bulundukları yaşam ortamındaki diğer canlılara uygun olarak genetik farklılıklar gösteren mantarların bu özellikleri, hayat zincirinin devamı için çok önemlidir. Meselâ hemen hemen bütün bitkilerin, organik besinlerle beslenen mantar ve kökmantarları ile ortak bir hayatları vardır. Ve zannettiğimiz gibi mantarlar ağaçların suyunu emen basit birer asalak değillerdir.

Mantar

Kök mantarları, çimen çalı ve ağaçların köklerini sarıp içlerine nüfuz eder. Böylece su emme bölgesini yüzlerce kat genişletirler. Böylelikle bitkinin su aramasına katkıda bulunmuş olurlar. Bu aynı zamanda toprağın su tutma kapasitesini de artırır. Üstelik bu yardımlaşma bitkilerdeki hastalıkların da önüne geçer. Mantarların ormanlardaki diğer organizmalarla olan bu ilişkileri, daha yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Bugün kesin olarak bildiğimiz şey, mantarların kompleks bir yapı sergilediği ormanların, sağlıklı bir ortama sahip olduğudur. Yani mantarlar, yaşadıkları bölgenin sağlık göstergeleridir.

Araştırmacılara göre bugün, Avrupa’da kökmantarların yaklaşık %50’si kaybolmuştur. Bu veri, ekolojik bir felâketin habercisidir. Çünkü mantarların kaybolması ile çeşitli hastalıklar ormanları tehdit etmeye başlamıştır. Bu durum böceklerden, kuşlara ve memelilere kadar tüm canlı türlerini tehdit etmektedir.

Mantarların azalmasıyla birlikte nem oranı düşmekte, açığa çıkan toprak, rüzgarla dağılmakta ve çölleşme başlamaktadır. Böylece ekosistemin taşıma kapasitesi zayıflamakta ve insan nüfusu dahil tüm baskı unsurları karşısında, çevrenin direnci kırılmaktadır.

Dünyada insanların doğuşuyla birlikte, insanlar tabiatta hazır buldukları yiyeceklerle zorunlu olarak ilgilenmişlerdir. Şüphesiz ki ilk insanların yenen ve zehirliler konusunda bilgileri yoktu. Elde ettikleri bilgileri hayatlarını kaybetmek pahasına öğrenmişlerdir. Bu öğrenme ancak yerleşme yerleri çevresinde, dar bir alanda kalmıştır.

Mantar

İlk yazılı belgeler, M.S. 79 yıllarında yaşamış olan Plinius tarafından kaleme alınmıştır. Yazarın belirttiğine göre; Roma Kralı Neron’un oğlu, annesi, muhafız alayı komutanı ve arkadaşları mantar zehirlenmesinden hayatlarını kaybetmişlerdir. Tarihi bilgilere göre, Buda dininin kurucusu Siddhaerta Gotama, 1534 yılında Papa Klemens VII, 1740 yılında Bavyere Kralı Karl VII, bunlardan başka Fördere Mozarts kendisi, karısı, çocukları ve arkadaşları ile birlikte bilmeyerek yedikleri zehirli mantarlardan hayatlarını kaybetmişlerdir.

Antik çağlardan beri varlığı bilinen mantarlara insanların ilgisi günümüzde de devam etmektedir. Eski Çin, Mısır, Roma ve Yunan uygarlıklarında mantarların gerek besin olarak gerekse ilaç yapımında kullanıldıkları bilinmektedir. Aztek ve Maya’ların günümüze kadar ulaşan eserlerinde mantar figürlerine oldukça sık rastlanmaktadır. Amerikan yerlilerinin zehirli bir tür olan Amanita muscaria Pers dini ayinlerinde keyif verici olarak kullanmaları oldukça şaşırtıcıdır. İngiliz arkeoloji kayıtlarına göre puf mantarları ile kav mantarının yaklaşık 2000 yıl önce kanamaları durdurmak amacı ile kullanıldığı anlaşılmaktadır. Eskiden sadece doğadan toplanıp tüketilen mantarlar, ilk defa 16. yüzyılda Fransa’da kültüre alınmıştır. Daha sonra bu alanda yapılan çalışmalar gelişerek devam etmiş ve günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde önemli bir sanayi kolu haline gelmiştir. Türkiye’de kültür mantarı üretimi ile ilgili ilk çalışmalar 1960′ların ilk yıllarında başlamış, daha sonraki yıllarda mantar tüketim alışkanlığının artmasıyla mantar yetiştiricilerinin sayısı da artmıştır. Bu nedenle gıda ihtiyacının karşılanması ve ekonomik olması sebebiyle kültür mantarı yetiştiriciliği dünyada olduğu gibi ülkemizde de hızla artmaktadır. Makromantarlar diğer özelliklerinin yanında çok uzun zamandan beri insanlar tarafından kullanılan doğal kaynaklardan biridir. Tarih boyunca birçok hastalığın tedavisinde mantarlardan hazırlanmış ilaçlar kullanılmıştır. Günümüzde makroskobik mantarların birçok konuda tıbbi etkiye sahip oldukları bilinmektedir. Makromantarlar antibiyotik, antibakteriyal, antifungal, antiviral, antiprotozoal etkilerinin yanı sıra bağışıklık sistemi düzenleyici, karaciğer koruyucu, kollesterol önleyici, diyabet önleyici etki gösterirler.

Mantarlar, klorofilsiz, heteretrof, ipliksi yapıda, spor oluşturan, parazit, saprofit ve simbiyoz olarak yaşayan ökaryotik organizmalardır. Doğada geniş yayılım gösteren bu canlılar ekosistemdeki enerji döngülerinin genel düzenleyicisi olarak bulunurlar. Bazı mantarlar otsu ve odunsu bitkilerin su temin etmelerine, ölü organik maddelerin parçalanmasına yardımcı olurken, bazıları bitki ve hayvanlar üzerinde parazit olarak yaşamaları sonucunda önemli ekonomik kayıplara neden olmaktadır. Bazı türleri ise alglerle ortak bir yaşam içine girerek Liken adı verilen organizmaların yapısına katılırlar. Mantarlar bu özelliklerinin yanında maddelerin biyolojik dönüşümünde, özellikle mineralleşme ve humuslaşmada önemli rol oynarlar. Mantarlar zehirli maddeler üretmeleri yanında, bünyelerinde ağır metal biriktirmeleri ile de önem taşırlar. Bu maddeler bakır, cıva, çinko, gümüş, kadmiyum, kobalt, kurşun, mangan, molibden, nikel, selenyum, sezyum, stronsiyum, talyum, uranyum şeklinde verilebilir. Mantarlar bünyelerinde biriktirdikleri ağır metal nedeniyle kirlilik indikatörü olarak da kullanılırlar.

Mantarların vejetatif yapısı silindirik tüpsü iplikçiklerden meydana gelmiştir. Bu tüpsü iplikçiklerin her birine hif adı verilir. Hifler bir araya gelerek ağ şeklinde bir yapı oluştururlar. Buna miselyum denir. Miselyumlardan mantarın esas vejetatif yapısı olan tallus meydana gelir. Mantarların çeper yapıları çoğunlukla kitin içerir. Bazı mantarlarda ise selülozdur. Birçok mantarda çeper yapısı saf kitin selüloz değildir. Bu ana çeper maddelerine tür ve hifin yapısına bağlı olarak lignin, kalloz ve diğer bazı organik maddeler girebilir. Hücrelerinde bir veya daha fazla sayıda çekirdek ve her çekirdek içinde mutlaka bir çekirdekçik bulunur. Nükleus içinde 2-8 arası kromozom bulunur.

Mantarlar klorofilsiz ve genel olarak renksizdirler. Fakat bazı türlerin özellikle çeperlerinde melanin maddesinin birikmesiyle koyu bir renk ortaya çıkar. Yedek besin maddesi olarak glikojen, yağ ve bazen de mannitol depo eder, nişasta bulunmaz.

Mantarlar hem eşeysiz hem de eşeyli olarak ürerler. Eşeysiz üreme çeşitli sporlarla meydana gelir. Suda yaşayanlarda kamçılı ve çıplak zoosporlar vasıtasıyla, karada yaşayanlarda ise sporangium (kapalı keseler) adı verilen spor keseleri içinde oluşan endospor veya hiflerin ucunda oluşan ekzosporlar ile üreme sağlanır. Eşeyli üreme ise izogami (birleşen gametlerin morfolojik yapıları aynı, fizyolojik özellikleri farklı), anizogami (gametler kamçılı biri büyük, diğeri küçük), oogami (gametlerden biri büyük ve kamçısız, diğeri küçük ve kamçılı), gametangiogami ve somatogami ile gerçekleşir.

Mantar

Mantar Zehirlenmesi Nedir?

Bazı şapkalı mantarların içerdiği zehirliği bileşiklerin neden olduğu hastalık belirtileri “mantar zehirlenmesi” ya da “misetismus” olarak tanımlanır. Zehirli olduğu belirlenen mantarlar zehir etkisi gösteren bazı bileşikleri ihtiva ederler. Bunlar; Amanitin, Alloviroidin, Crustilinol, Dermocybin, Gyromitrin, İbotenik asit, İlludin, İnvolitin, Koprin, Muscarin, Muscimol, Muscozone, Naemotolin, Orellanin, Phalloidin, Phallisin, Pistillarin, Virodin, Xerocomik asit vb. Belirtilerin şiddeti yenen mantar miktarına göre değişiklik gösterir. Mantarı yedikten sonra ilk belirtilerin görülmesine kadar geçen süreye latent dönem denir. Lamelli (gilli) şapkalı mantarlardan şimdiye kadar yaklaşık olarak 4000 tür tespit edilmiş ve ancak bunlardan 30 veya 40′ının zehirli olduğu anlaşılmıştır. Zehirli olanların zehirli olduklarına dair yüzeylerinde herhangi bir işaret yoktur.

Mantar Zehirlenmelerinde Nasıl Davranılır?

Hasta ilk imkânda hemen doktora gösterilmelidir. Doktor gelmeden önce, küçük dile dokunmakla veya içinde tuz eritilmiş ılık su, tuzlu yağsız ayran veya başka bir kusturucu içirmekle hasta kusturulmaya çalışılmalıdır. Mide ve karın ağrıları sıcak bir şeyle bastırmak suretiyle teskin edilebilir. Eğer hasta ateşli ise, alnına ve beline bir buz kompresi konulmalıdır. Kalp faaliyeti (eğer ihtiyaç varsa), kuvvetli koyu kahve ile veya tuzlar koklatarak tahrik edilmelidir. Eğer hasta baygın ise, şuursuz ise, yüzüne soğuk su serpmeli veya amonyak buharı teneffüs ettirilmelidir. Ayıltmak için asla hiçbir alkollü içki kullanılmamalıdır. Nihayet, laboratuar muayenesi için mide kusmukları muhafaza etmek esastır, çünkü bunlara dayanarak daha sonraki tıbbi müdahale tayin edilecektir.

Halk arasında zehirli ve yenen mantarların birbirinden ayrılmasını sağladığı ileri sürülen aşağıdaki inanışların hiçbir bilimsel değeri yoktur.

  • Mantar koparılınca zehirli ise iç kısmının rengi hemen mavileşir.
  • Mantar gümüş bir kaşık veya para ile kaynatıldığında, mantar zehirli ise gümüş kararır.
  • Zehirli mantarları salyangozlar yemezler.
  • Hoş kokulu ve lezzetli olan ve şapkasından bir parça koparıldığında iç kısmının rengi değişmeyen mantarlar tehlikesizdir.
  • Çayırlarda yetişen mantar türleri zehirsizdir.
  • Ağaçlar üzerinde yetişen mantarlar zehirsizdir.
  • Tuzlu veya sirkeli suda kaynatmak mantarın zehirliliğini ortadan kaldırır. Zehirli veya yenen mantarlar ayrı ayrı topraklarda yetişir.
  • Kurutulmuş mantar zehirli değildir.
  • Pişirmek mantarın zehirliliğini ortadan kaldırır.
  • Mantarı yoğurt ile birlikte yemek zehirlemeyi önler.
  • Canlı odunda gelişen mantarlar zehirsiz, ölü odundakiler zehirlidir.
  • İlkbaharda çıkan mantarlar yenilebilir.
  • Yanında paslı demir parçaları bulunan mantarlar zehirlidir.
  • Kırıldığı veya ezildiği zaman süt gibi sıvı akıtan mantarlar zehirlidir.
  • Yüzeyi yapışkan olan mantar türleri zehirlidir.

Mantarlar asıl olarak üç gruba ayrılır.

  1. Yenen mantarlar doğada kendiliğinden yetişen mantarlardır. 2000-3000 civarında türü vardır. İnsanlar, yene mantarların biyolojik özellikleri ile yetişme yerlerinin özelliklerini tespit ederek tabiat şartlarını temin etmek suretiyle mantarları yetiştirmeleriyle kültür mantarcılığı ortaya çıkmıştır.
  2. Zehirli mantarlar doğada kendiliğinden yetişen mantarlar olup, bilmeyerek yenildiğinde insanı, zehirleme yolu ile hastalandıran, daha ileri safhalarda insanı öldürebilen mantarlardandır. Bunlar sayı olarak 70 kadar türe sahip olup, bunların içinde 10 türü gerekli tedavi olmazsa öldürür. Diğer türleri zehirler fakat ölüm meydana getirmez.
  3. Yenmez mantarlar doğada çok sık rastlanan bu mantarların 1500-2000 kadar türü vardır. Bu mantarlar görünüşü, sertliği, rengi, kokusu ve iyi bir gıda değeri olmadığı için yenmez olarak tanımlanmıştır. Bu mantarlar yemeklik olarak kullanıldığında hazımsızlık gibi rahatsızlıklar verir, fakat insanı zehirlemezler.

Mantar

Tedavide Mantarlar

Mantarların, yaşam alanlarının sağlık göstergesi olduğunu belirtmiştik. Şimdi ise bozulan ekosistemin yeniden eski sıhhatine kavuşturulmasında, mantarların ne gibi bir katkılarının söz konusu olduğuna bakalım:

Washington’daki Battelle laboratuarları; bilimi, çevre sağlığını geliştirmek için, kâr amacı gözetmeden kullanan bir kuruluştur. ABD ve diğer ülkeler, zehirli atıklardan kurtulmak için çeşitli çözüm yolları araştıran bu kuruluştan yararlanmaktadırlar.

Dr. Jack Word tarafından bir kaç yıldır sürdürmekte olduğu deneyler sonunda oldukça ilginç şeyler keşfetti. İlk yaptığı çalışmalar, istiridye mantarlarının ağır petrolü parçalayabildiklerini ve zehirli ve inatçı polycyclic aromatic hydrocarbons (PHA)’ın %97’sinden fazlasını ve alkanilerin %80′inden fazlasını ayrıştırabildiklerini göstermiştir.

Burada yapılan bir deneyde, içine dizel yağı, motor yağı, benzin ve diğer petrol ürünleri ile karıştırılmış bir toprak yığınına canlı istiridye mantarlarına ait sporlar katıldı. Dört hafta sonra toprak tabakası üzerindeki örtü kaldırıldı. Yığından mantarlar fışkırmaktaydı. Her biri 30 cm. çapında olan istiridye mantarları, toprak yüzeyi bir baştan bir başa kaplamıştı. Mantarlar test edildiğinde bünyelerinde her hangi bir petrol ürünü taşımadıkları anlaşıldı. Sekiz hafta sonra mantarlar çürüdü. Bu sefer çok daha şaşırtıcı bir durum ortaya çıktı. Çürüyen mantarlar, sinekleri etraflarına toplamaya başladılar. Çünkü mantar sinekleri, çürümüş mantarları bulur ve sporları midelerine doldurarak başka yerlerlere taşıyarak yayılmalarını sağlarlar. Sineklerin ardından bölgeye bir sürü böcek akın etti. Ve en sonunda da kuşlar geldi. Tabii kuşlar, toprak üzerine bir yığın bitki tohum bıraktılar. Kısa bir zaman sonra bu petrol atıklarıyla kirli toprak alan, bilim adamlarının şaşkın bakışları arasında her yerinden hayat fışkıran küçük bir vahaya dönüştü.

12 hafta kadar sonra bütün petrol atıkları mantarlaşma ile temizlendi ve toprak içindeki kompleks topluluk gelişerek daha da verimli bir bölgeye dönüştü. Son olarak toprak yeniden test edildi ve tamamen zehirden arınmış olduğu görüldü.

Bir başka araştırma sonucuna göre ise bazı mantar türlerinin, bileşenlerinin başka bir şekilde tahrip edilmesi çok zor olan biyolojik ve kimyasal silahlardaki maddelerin imha edilmesinde kullanılabileceği sonucuna varıldı. Meselâ 1. Körfez Savaşı sırasında kullanılan sinir gazı türü olan sarin ve soman bu yolla imha edilebiliyordu.

Her ne kadar mantarların sadece birkaç türünü incelemiş olsak ta, gezegenimizin en eski sakinleri olarak yaradılışlarındaki adaptasyon kabiliyeti sebebiyle milyonlarca senedir nesillerini devam ettirmiştir. Bu adaptasyon mekanizması, hızlı değişen çevrede ekolojik denge ve dayanma kuvveti için temel teşkil eder.

Biz insanlara düşen, mantarları, yaratılmış hiç bir canlı varlığa yapmamamız gerektiği gibi, küçümsememek, gereksiz görmemek ve ilkel ya da az gelişmiş gibi isimlendirmelerle etiketleyerek, canlılar âleminin bir basamağına tıkıştırmak yerine, onlardaki harikûlade yaratılış mucizelerini araştırmaktır. Böylece, yeryüzünde bizler için yaratılmış hizmetkârları tanıyıp, onlardan faydalanmanın yollarını bulabiliriz. Kim bilir daha vazifesinden haberdar olmadığımız nice varlık, mantarlar gibi, yeryüzünün ormanlarını korurken, bu gezegendeki geleceğimizi de muhafaza etmek için çalıştırılmaktadırlar.

Çin Tırtıl Mantarı

Tiens Kordiseps (Cordyceps Sinensis) olarak bilinen Çin tırtıl mantarıdır. Sadece Çin’in Tibet, Siçuan, Yunnan, Tsinhay gibi platolarında bulunan otluk ve bataklıklarda yaşayan bir tür yerel canlıdır.

Tırtıl mantarının büyümesi gerçekten şaşırtıcıdır. Bu mantar kışın bir böcek (larva formunda) kış uykusuna yattığı zaman onun dolaşım sistemine girer. Mantarın iplikçikleri larvada besin alımı sonrası o kadar hızlı bir şekilde büyümektedir ki en sonunda her şeyi kaplayan bir kabuk oluşturur. Daha sonra tırtıl bu yüzden ölmekte ve kabuğu bir kozaya dönüşmektedir. Sonraki sene yaz mevsimi geldiğinde kurtçuğun üst kısmı yerden dışarı çıkar ve bir ota dönüşür. Bu bitki kısmından Cordyceps elde edilmektedir.

Çin tırtıl mantarı, deniz seviyesinden 3500 m yükseklikte yaşadığı için çok dayanıklı bir yapıya sahiptir. Hayatta kalmak için yalnızca o platolarda bulunan Polygonum aviculare L, Astragalus ve Ophiopogon ağaçlarının kökleriyle beslenmektedir. Toprak altında geçen 2 senelik gelişim süreci sırasında uzun bir süre açlık, soğuk ve oksijen eksikliği yaşamaktadır. Mantarın gövdesi, besin maddeleri açısından ve biyolojik bileşim açısından o platolarda yetişen bitkiler kadar zengindir.

Geleneksel Çin Tıbbında ginseng ve tüylü geyik boynuzu ile birlikte en önemli 3 güçlü ilaç arasında yer almaktadır. Bu mantar Çin’de sağlığı korumak amacıyla 1200 seneden bu yana kullanılmaktadır. Çok eski zamanlarda Çinliler bu mantarı “tanrının lütfü”, bir tılsım olarak kabul etmişlerdir. Bu güne kadar geçen süre içinde Çin tırtıl mantarı birçok hastalık için yeri doldurulmaz bir çare olduğunu ispatlamıştır. Tianshi Şirketi, yürüttüğü bilimsel araştırmalarda, en son teknolojiyi birleştirerek, bünyesi zayıf insanlar için özel olarak ürettiği biyoaktif doğal besin takviyesi “Kordiseps” kapsülleri sizlere gururla sunar.

Profilaksi için kordiseps kullanım alanları: Bağışıklık sisteminin düzenlenmesi için kullanılan çok yüksek etkili bir çaredir. Düzenleme eğilimi 2 yoldan oluşmaktadır: Hem bağışıklığı güçlendirebilir, hem de bazı insanlarda bulunan fazla bağışıklık gücünü azaltır. Doğal bir antibiyotiktir. Kordiseps birçok patojenik bakteriye karşı antibakteriyel etki yaratabilir. Pnömokok, streptokok ve stafilakok aureus bunlara dahildir.

Antifilojistik etkisi: Kordisepsin bu niteliği hidrokortizondan 3 kat daha yüksektir. Ölçülü bir şekilde kan damarlarını genişleterek kalp ve akciğerdeki kan dolaşımını yoğunlaştırır. Kordiseps, koroner damardaki kan dolaşımını düzenlendiği için, damarda tıkanıklık yaratan pıhtının oluşmasını engelleyebilir.

Kordiseps, yorgunluğa karşı direnci arttırabilir, oksijen açlığına karşı dayanıklılık sağlar ve kandaki lipid seviyesini azaltabilir. Sinir sistemini rahatlatır. Ayrıca hücrelerin antioksidan yeteneğini arttırabilirle gibi farmakolojik özellikler taşımaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz bütün farmakolojik etkileri, kordisepsin birçok hastalığın tedavisinde kullanımı için bilimsel bir temel oluşturmaktadır. Çeşitli laboratuvar araştırmalarından ve hastane gözetimlerinden sonra kordisepsin üç önemli özelliği vurgulanmaktadır.

  • Çok geniş amaçlı kullanım kapasitesi
  • Hastalık tedavisini destekleyerek
  • Çok daha etkili sonuçlar alınması
  • Toksin içermemesi ve hiçbir yan etkisinin bulunmamasıdır.

Kordisepsin Gösterdiği İyileştirici Etkiler

Solunum yolları rahatsızlıkları: öksürük, nefes darlığı, nefes yetmezliği, terleme, akciğer zayıflığından kaynaklanan halsizlik, bitkinlik vb. Bu ürünü kullanarak rahatsızlıkların giderilmesine ve zatürree, astım, amfizem gibi hastalıkların tedavisinde hızlı bir iyileştirici etkiye sahip olduğunu göreceksiniz ve çok iyi bir sonuca ulaşırsınız.

Böbrek hastalıkları: Modern tıp tarafından kordisepsin böbreklerdeki metabolizmayı iyileştirdiği kanıtlanmıştır. Kordisepsin iyileştirici etkileri, böbrek hücrelerinin tüm fonksiyonlarının daha hızlı gerçekleştirilmesi idrardaki toksinlerin ekskresyonu gerçekleşmektedir. İlaç tedavilerinin böbrek dokularına ve kanallarına verdiği patolojik hasarlar, kordiseps tarafından onarılmaktadır. Böbreklerin yeniden enfeksiyon kapmasını ve hiperfosforemiyi önler. Böbrek ve akciğer hastalıklarında görülen bel ve ayak ağrıları, emisyon ve sık idrara çıkma sorunlarının giderilmesi açısından kordiseps çok iyi sonuçlar verebilmektedir.

Kalp damarları hastalıkları: Kordiseps, koroner damarlardaki kan dolaşımını sürekli belli bir hacim ve hızda tutma ve kandaki kalsiyum ve fosfor dengesini sağlama konusunda çok etkilidir. Koroner hastalıkların sürekli tedavisinde çok değerli bir ilaç olan kordiseps, koroner damarlardaki kolajen türemesi, trombositlerin oluşum ve gelişimini durdurma konusunda da çok iyi bir etki göstermektedir. İnhibisyon kat sayısı %13.3 ila %48.5′e ulaşmaktadır.

Hepatit ve karaciğer sirozu: Kordiseps karaciğerin tüm fonksiyonlarını doğrudan iyileştirme gücüne sahiptir. Şu anda Çin’de karaciğer sirozu tedavisinde kullanılan en iyi çaredir. İthal edilen enterferans ilaçlar sarı ırktaki insanlar için çok büyük etkiye sahip değildir ve ayrıca kordiseps içeren ürünlerle karşılaştırıldığında, fiyatının çok daha yüksek olduğu görülmektedir.

Kan hastalıkları: Kandaki trombositlerin normal sayıda bulunmasına rağmen vücutta çeşitli kanamaların meydana gelmesi (protopati atrombositopenik purpura) destek tedavisinde çok açık yararı görülmektedir. Lösemi hastalığının tedavisinde kordiseps ile yapılan destek tedavisi, belli bir etki göstererek löseminin, kan kanserine dönüşmesini önlemektedir.

Kanser hastalıkları: Kordisepsin geniş kapsamlı farmakolojik özellikleri insan vücudunda karaciğer, böbrek, kan damarları ve solunum organları gibi en önemli organlar üzerinde yenileme etkisi gösterdiği için, tedavide bu ürün kanserin son aşamasında dahi iyileştirici etkiler göstermektedir. Yukarıda belirtmiş olduğumuz üzere kordiseps, önemli organlardaki kötü huylu tümörlerin hücre merkezlerine doğrudan müdahale ederek hasta organın iyileşmesine yardımcı olmaktadır. Bu etkinin yanı sıra kordiseps lökosit faaliyetlerini arttırarak kimya terapisinin daha etkili olmasını sağlar. İyi huylu beyin tümörü olan hastaların sürekli tedavisinde kordiseps kusursuz bir çaredir.

Antitoksin faaliyetleri: Kordiseps toksin içermeyen, tamamen doğal bir madde olmasının yanı sıra, metabolizmayı iyileştirerek karaciğer, böbrek, akciğer gibi organların hücre yenilenmesine ve tüm vücudun toksinler ve ilaç kalıntılarından arındırılmasına yardımcı olmaktadır.

Günlük Hayatta Kordisepsin Genel Sağlık Kazandırıcı Etkileri

Kordiseps “güçlendirme ve yeniden oluşturma” etkisine sahip mükemmel bir üründür. Hastalıkları iyileştirmek ve insanı hastalıklardan korumak için kusursuz bir üründür. “Tianshi Kordiseps Kapsülleri” doğuda bulunan kordisepsin doğal miselininden üretilmektedir. Modern teknoloji kullanılarak elde edilen kordiseps özlerinin mayalanma süresi tamamlandıktan sonra elde edilen kıvam toz haline getirilerek yumuşak kapsüllere doldurulur. Kordiseps, insanın bağışıklık sistemini güçlendirip, vücudun dayanıklılık gücünü arttırarak, kanser hücrelerini ve özellikle tümör türlerini yenmektedir. Bu ürün, hormonlar ve benzer uyarıcı maddeler içermemektedir. Bünyesi zayıf olan, bağışıklığı alt seviyede olan, çabuk yorulan, obezite ve kanser hastalıkları olan insanlar için mükemmel bir üründür.

Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi ve Keneler

Kene (Ixodoidea), eklem bacaklıların örümceğimsiler (Arachnida) sınıfından kan emici ve gözsüz bir dış parazittir. özellikle göçmen kuşlarla hastalıkları yayıldıkları bilinmektedir. İnsan, koyun, köpek, kedi, deve gibi canlıların derilerine yapışarak kanlarını emer. “Asıl kene” olarak bilinir.

Ayrı eşeylidir ve yumurta ile çoğalır. Dişi yumurtalarını yaprak, çöp veya hayvan kılları arasına bırakır. Gelişimlerinde metamorfoz vardır. Yumurtalarından üç çift bacaklı larvalar çıkar. Bunlar bir pupa devresi geçirerek 8 bacaklı nimfalara (tam gelişmemiş yavrular) dönüşürler. Nimfalar da bir pupa safhası geçirdikten sonra ergin hale gelirler. Larva ve nimfalar genellikle kertenkeleler üzerinde, erginler ise insan, koyun, sığır, köpek gibi memeliler üzerinde parazit yaşarlar.

Kene

Vücutları başla kaynaşmış bir göğüs ve torba biçimli dişi 11-12 mm’ye kadar sişer. Erginlerinde dört çift bacak bulunur. Bacakların uçlarında çengeller ve vantuzlar vardır. Deriye rahatça yapışarak hortumlarıyla kan emerler. İyice şiştikten sonra kendilerini yere atarak konaklarından uzaklaşır, ot veya ağaçlara tırmanırlar. Ön ayaklarının uçları dokunma ve koku alma için özelleşmiştir. Ormanlarda bulunduğu ağacın altından bir hayvan geçtiği takdirde üzerine düşüp derisine yapışır ve etine hortumunu sokarak kanını emer. İlk iki bacak çifti öne, son iki çifti geriye yönelmiştir. Bugün 889 kene türü bilinmektedir. Kenelerin hepsi zararlı, parazit ve kör değildir. Sığır ve köpek kene türleri gözlüdür. İnsan ve ehil hayvanlarda parazit yaşayanlar çeşitli hastalık mikroplarını bulaştırdıklarından sağlık bakımından zararlıdır ve birçok bakteri de üretmektedir.

Keneler, örümcekgiller ailesinden olup, büyüklükleri 1mm ile 5mm arasındadır. Daha çok bahar ve yaz aylarında aktif haldedirler. Kırmızı-kahverengi, yassı ve oval, kan emici parazitlerdir. Genellikle insan ve hayvan kanından beslenirler.

İnsanlara ve hayvanlara hastalık yayma hususunda meşhurdurlar. Kan emme potansiyeli vücutlarının 100 ile 200 katı arasında olabilir. Yavrularında altı bacak, yetişkinlerinde 8 bacak vardır. Kenelerin kafalarında delme ve emme organları bulunmaktadır. Kenenin ilk iki bacağında duyu organları bulunur. Bu bacaklarla kurbanlarına tutunurlar. Solunumlarını son iki bacaklarla yaparlar. Üreme organları alt karın bölgesinde bulunur.

Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi

Kırım-Kongo kanamalı ateşi, Afrika, Asya, Doğu Avrupa ve Orta Doğu ülkelerinde görülen öldürücü bir viral hastalıktır. Bunyaviridae ailesinden Nairovirus türü içinde yer alan virüsün yol açtığı bu hastalık %3-30 oranında ölümle neticeleniyor. Bu virüsler, zarflı ve tek iplikçikli RNA parçacığından oluşuyor. Nairovirus’lerin 34 türü bulunuyor ve bunların sadece 3′ü insanlarda hastalığa yol açıyor. Virüsler, duyarlı hücreler üzerindeki alıcılara tutunuyor ve hücre içerisine alınıyorlar. Genetik yapısındaki farklılıklara göre virüs 8 alt gruba ayrılıyor. Türkiye’de elde edilen virüsler, Rus ve Balkan virüs gruplarına %99 benzerlik gösteriyor.

Kırım-Kongo kanamalı ateşini insanlara keneler taşıyor. Hyalomma türünden keneler, özellikle de H. Marginatum marginatum, hastalığın taşınmasında oldukça etkili. Dünya genelinde hastalığın görüldüğü bölgelerle bu kene türünün yaşam alanları örtüşüyor. Virüs taşıyan kenelerin ısırması sonucunda veya hastalığa yakalanmış insanlarla temasa bağlı olarak hastalık bulaşabiliyor. Bugüne kadar, virüsle temas eden veya taşıyan hiçbir hayvanda hastalık tespit edilebilmiş değildir. Keneleri taşıma olasılığı yüksek olan tavşan ve yaban domuzu sayısının çoğalması o bölgede hastalığın artmasına yol açabiliyor. Son yıllarda, hastalığı uzak ülkelere taşıyabilme özelliğine sahip olan göçmen kuşlar üzerinde araştırmalar yapılıyor. Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi virüsüne ek olarak Bunyaviridae ailesinden Rift Vadisi Ateşi ve Hanta virüsleri biyoterörizm ajanları arasında sayılıyor. Hastalığın çok geniş bir coğrafi alanda görülebilmesi, yüksek ölüm riski ve virüsün biyoterorizm ajanı olarak kullanılabilme özelliği nedeniyle bu hastalık oldukça önemli bir sağlık sorunu kabul ediliyor.

Kene

İlk olarak 12. yüzyılda Tacikistan’da belirtileri görülen bu hastalığın klinik olarak tanımlanması 2. Dünya Savaşı sırasında Kırım’a giden 200 Rus askerinde görüldükten sonra yapışmış. Virüs, 1967 yılında yenidoğan farelerden elde edildi. Ülkemizde ilk olarak 2002 yılında görülen bu hastalık 500′den fazla kişide tespit edildi ve bunların 26’sı kaybedildi. Bu vakaların neredeyse %90′ını, aktif çalışma yaşında olan, kene ısırığına maruz kalan, tarım ve hayvancılıkla uğraşan kişiler oluşturuyor. Hastalıktan ikinci sırada etkilenen grup ise sağlık çalışanları. Bu nedenle, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi olan hastalarla temas ederken mutlaka eldiven, uzun önlük, maske ve gözlük kullanılması öneriliyor. Hastalığın hava yoluyla geçtiğine ait henüz kesin bir kanıt bulunmuyor. Bu virüs sadece insanlarda hastalığa yol açıyor. Bağışıklık sistemi ve damar hücrelerine saldıran virüsler, kendilerine karşı antikor salgılanmasını engelliyor ve damar hücrelerinde hasara yol açıyor. Virüsle temas eden her beş kişiden birinde hastalık görülüyor.

Kenenin ısırması ile hastalık gelişmesi arasındaki süre, yani “kuluçka” dönemi 3-7 gün arasında. Kuluçka döneminden sonra, 41°C’ye kadar yükselen ani ateş, baş ağrısı, kas ağrıları, baş dönmesi hastalığın ilk belirtileri. Ateş ortalama 4-5 gün sürüyor ve bu belirtilere ek olarak ishal, bulantı ve kusma görülüyor. Yüz, boyun ve göğüste kızarıklık, göz iltihapları da diğer belirtiler arasında sayılıyor. Genellikle 1-7 gün süren bu dönemden kanamalı dönem başlıyor. Kanama, büyük çoğunlukla hastalığın başlamasından sonraki 5-7 gün içerisinde gelişiyor. Kanamanın şiddetine göre ciltte küçük nokta tarzındaki kızarıklıklar veya büyük morluklar görülüyor. Ağız içerisi, dişeti ve dudak kanamasının görüldüğü diğer yerler. Kanama en sık olarak sindirim sistemi, cinsel organlar, idrar yolları ve solunum yollarında oluyor. Dışkıda, idrarda veya balgamda kan görülmesi sık karşılaşılan bulgular arasında. Hastalığın son dönemi, yani “konvelesan” dönem, hastalığın görülmesinden 10-20 gün sonra başlıyor. Bu dönemde kalp ritminde değişim, geçici saç dökülmesi, solunum güçlüğü, görmede güçlük, işitme ve hafıza kaybı görülebiliyor.

Kırım-Kongo kanamalı ateşinde en belirgin laboratuvar bulgusu, trombosit sayısının düşmesi. Pıhtılaşmayı sağlayan trombositler önemli ölçüde azalıyor ve kanamalara yol açıyor. Beyaz kan hücrelerinin sayısı azalıyor ve AST, ALT gibi karaciğer enzimleri yükseliyor. Bu kan değerlerinde normale göre aşırı sapmalar, hastalığın kötü gidişine işaret ediyor. Eğer hastalık ölümle neticelenmezse, tam kan sayımı ve biyokimya testleri dahil olmak üzere tüm laboratuvar testleri yaklaşık 5-9 günde normal sınırlara dönüyor.

Hastalığın erken teşhis ve tedavisi, özellikle yayılımın önlenmesi için oldukça gerekli. Kene ısırma öyküsü olan veya hastalığın sık görüldüğü kırsal bölgelerden gelen kişilerde ateş ve kas ağrıları varsa Kırım-Kongo kanamalı ateşinden şüpheleniliyor. Tabi, her kanaması veya ateşi olan kişiler bu hastalığa yakalanmış anlamına gelmiyor.

Hastalık kısa seyirli olduğu için bu tür şikayetlere uzun süredir sahip olan kişilerde başka hastalıkları da akla getirmek gerekiyor. Kanda düşük trombosit ve akyuvar sayısı, yükselmiş karaciğer enzim düzeyleri teşhisi destekleyen laboratuvar bulguları arasında. Virüse karşı vücudun geliştirdiği IgM ve IgG antikorları hastalığın başlamasından 7 gün sonra ELISA ve IFA testleriyle saptanabiliyor. Hastalığın en kesin ve hızlı teşhisi ise “ters transkriptaz-polimeraz zincir reaksiyonu” (RT-PCR) yöntemi ile mümkün oluyor. Bu yöntem son derece özgün, duyarı ve hızlı sonuç veriyor.

Kırım-Kongo kanamalı ateşinde esas olarak destekleyici tedaviler uygulanıyor. Destekleyici tedavide, hastaya trombosit, taze donmuş plazma ve alyuvar solüsyonları veriliyor. Bu tedavinin sonuçları günde bir ya da iki kez tam kan sayımı yapılarak takip ediliyor. Olası kanama odaklarını gözlem altına almak, ülser hastalarına anti-ülser tedavisine başlamak ve kanamaların önlenmesi gibi koruyucu önlemlerin alınması da gerekiyor. Kişinin sıvı ve elektrolit dengesini gözetim altına almak ve korumak destekleyici tedavinin diğer hedeflerinden birisi.

Etki mekanizması tam olarak bilinmese de “ribavirin“, Kırım-Kongo kanamalı ateşinde halen kullanılabilecek tek anti-viral ilaç. Yeni ilaç adaylarından ribamidin ise ribavirinden 4,5-8 kat daha az etkili. Fareler üzerinde yapılan araştırmalar, ribavirin tedavisinin ölüm oranını önemli ölçüde azalttığı ve yaşam süresini uzattığını gösteriyor. İnsanlarda bu ilacın etkinliği tam olarak bilinmese de hastalığın teşhisi kesin olarak konulursa ilaca başlanması gerekebiliyor. Hafif seyreden vakalarda ribavirin önerilmiyor. Ancak, ağır seyirli vakalarda ilaç tedavisinin derhal başlatılması ve 10 gün süresince devam edilmesi öneriliyor. Bu hastalarda henüz ribavirine bağlı yan etki görülmüyor. İlacın gebelerde kullanımı ise sakıncalı. Son yıllarda, vücutta interferon üretimini arttıran ve “MxA” olarak tanımlanan bir ilaç üzerinde çalışmalar yapılıyor. Bu ilacın virüste RNA sentezini engellediği belirtiliyor. Kırım-Kongo kanamalı ateşine karşı geliştirilmiş etkin bir aşı henüz piyasada bulunmuyor. Hastalığın yayılmasının önlenmesi ve erken teşhis Kırım-Kongo kanamalı ateşi ile mücadelenin temel unsurlarını oluşturuyor.

Kenenin Çıkarılması

Kan emen bir keneyi deriden bilgisizce söküp atmak hastalık bulaşma riskini artırdığından oldukça tehlikelidir. Çünkü çıkarılmaya çalışılan kene tepki olarak midesinde bulunan, mikrop ve bakterilerle dolu kanı tekrar geriye boşaltır.Cımbız, pens veya naylon ip yardımıyla deriye en yakın kısımdaki başından sıkıca tutularak dik olarak deriden çekilerek uzaklaştırılır.

Kene

Keneleri mümkünse kendiniz çıkarmaya çalışmayın ve en kısa sürede uzman bir sağlık görevlisi tarafından çıkarılmasını sağlayın. Yalnızca birkaç saat içinde ulaşabileceğiniz yakınlıkta bir sağlık merkezi yoksa, keneyi T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından önerilen yöntemlerle kendiniz çıkarmayı tercih edin.

  1. Kenenin üzerine hiçbir şekilde kimyasal madde dökmeyin, bunu yaparsanız kene rahatsız olup sizi bırakabilir fakat bu esnada emdiği kanın bir kısmını kusar, midesinden gelen tehlikeli virüs ve mikroplar vucudunuza bulaşır.
  2. Ucu ince bir cımbız yardımıyla, kenenin vucudunuza en yakın noktasından(kan emdiği hortum) nazikce ve sağlam bir şekilde kavrayın.
  3. Sakın kenenin vucuduna dokunmayın, bu emdiği kanı geri boşaltmasına yol açar
  4. Kene çıktıktan sonra ısırılan yeri alkol, yoksa sabun ile temizleyin.
  5. Keneyi uygun bir şekilde saklayın. Gerekirse tanımlama için gerekli olabilir. Keneyi öldürmek için ezmeyin, patlamasına neden olabilir.
  6. En yakın zamanda bir sağlık kuruluşundan yardım isteyin, kontrol yaptırın.

[Kaynak: wikipedia]