Etiket: İslam

Hz. Mevlana’nın Hayatı

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.

Sultânü’I-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü’I Ulemâ Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ’be’ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü’I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’de “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını Mevlâna’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

null

Photos by ; LE_M@SC, utku kaynar, nilgun erzik, nurzen, EEY, George Kaplan

Mevlana Jalaluddin Rumi

“Come, come again, whoever you are, come!
Heathen, fire worshipper or idolatrous, come!
Come even if you broke your penitence a hundred times,
Ours is the portal of hope, come as you are.”

Who is Mevlana?

Mevlana who is also known as Rumi, was a philosopher and mystic of Islam, but not a Muslim of the orthodox type. His doctrine advocates unlimited tolerance, positive reasoning, goodness, charity and awareness through love. To him and to his disciples all religions are more or less truth. Looking with the same eye on Muslim, Jew and Christian alike, his peaceful and tolerant teaching has appealed to men of all sects and creeds.

Mevlana was born on 30 September 1207 in Balkh in present day Afghanistan. He died on 17 December 1273 in Konya in present day Turkey. He was laid to rest beside his father and over his remains a splendid shrine was erected. The 13th century Mevlana Mausoleum with its mosque, dance hall, dervish living quarters, school and tombs of some leaders of the Mevlevi Order continues to this day to draw pilgrims from all parts of the Muslim and non-Muslim world.

Sema is part of the inspiration of Mevlana Celaleddin-i Rumi (1207- 1273) as well as of Turkish custom, history, beliefs and culture.

Sema: Human Being in the Universal Movement

From a scientific viewpoint we witness that contemporary science definitely confirms that the fundamental condition of our existence is to revolve. There is no object, no being which does not revolve and the shared similarity among beings is the revolution of the electrons, protons and neutrons in the atoms, which constitute the structure of each of them. As a consequence of this similarity, everything revolves and man carries on his live, his very existence by means of the revolution in the atoms, structural stones of his body, by the revolution of his blood, by his coming from the earth and return to it, by his revolving with earth itself.

However, all of these are natural, unconscious revolutions. But man is the possessor of a mind and intelligence which distinguishes him from and makes him superior to other beings. Thus the “whirling dervish” or Semazen causes the mind to participate in the shared similarity and revolution of all other beings… Otherwise, the Sema ceremony represents a mystical journey of man’s spiritual ascent through mind and love to “Perfect.” Turning towards the truth, his growth through love, desert his ego, find the truth and arrive to the “Perfect,” then he return from this spiritual journey as a man who reached maturity and a greater perfection, so as to love and to be of service to the whole of creation, to all creatures without discrimination of believes, races, classes and nations.

Sema consists of seven parts.

The first part

The dervish with his headdress (his ego’s tombstone), his white skirt (his ego’s shroud) is by removing his black cloak spiritually born to the truth, he journeys and advances there. At the onset and each stop of the Sema, holding his arms crosswise he represent the number one, and testifies to God’s unity. While whirling his arms are open, his right hand directed to the skies ready to receive God’s beneficence, looking to his left hand turned toward the earth, he turn from right to left around the heart. This is his way of conveying God’s spiritual gift to the people upon whom he looks with the eyes of God. Revolving around the heart, from right to left, he embraces all the mankind, all the creation with affection and love… It starts with an eulogy “Nat-I Serif” to the Prophet, who represents love, and all Prophets before him. To praise them is praising God, who created all of them

The second part is a drum voice, symbolizing God order to the Creation: “Be.”

The third part is an instrumental improvisation “taksim” with a reed “ney.” It represents the first breath which gives life to everything. The Divine Breath.

The fourth part is the “dervishes” greetings to each other and their thrice repeated circular walk “Devr-i Veled,” with the accompaniment of a music called “peshrev.” It symbolize the salutation of soul to soul concealed by shapes and bodies.

The fifth part is the Sema (whirling). It consists of four salutes or “Selam”s. At the end of each as in the onset, the dervish testifies by his appearance to God’s unity.

The first salute is man’s birth to truth by feeling and mind. His complete conception of the existence of God as Creator and his state of creature. The second salute expresses the rapture of man witnessing the splendor of creation, in front of God’s greatness and omnipotence. The third salute is the transformation of rapture into love and thereby the sacrifice of mind to love. It is a complete submission, it is annihilation of self with in the loved one, it is unity. This state of ecstasy is the highest grade in Buddhism, defined as “Nirvana” and in Islam “Fenafillah.” However, the highest rank in Islam is the rank of the Prophet, he is called God’s servant first and his messenger afterwards. The aim of Sema is not unbroken ecstasy and loss of conscious thought. At the termination of this salute, he approves again by his appearance, arms crosswise the Unity of God, consciously and feelingly. The forth salute Just as the Prophet ascends till the “Throne” and then returns to his task on earth, the whirling dervish reaching the state of “Fenafillah,” return to his task in creation, to his state of subservience following the termination of his spiritual journey and his ascent. He is a servant of God, of his Books, of his Prophets and all his creation.

The first salute is man’s birth to truth by feeling and mind. His complete conception of the existence of God as Creator and his state of creature. The second salute expresses the rapture of man witnessing the splendor of creation, in front of God’s greatness and omnipotence. The third salute is the transformation of rapture into love and thereby the sacrifice of mind to love. It is a complete submission, it is annihilation of self with in the loved one, it is unity. This state of ecstasy is the highest grade in Buddhism, defined as “Nirvana” and in Islam “Fenafillah.” However, the highest rank in Islam is the rank of the Prophet, he is called God’s servant first and his messenger afterwards. The aim of Sema is not unbroken ecstasy and loss of conscious thought. At the termination of this salute, he approves again by his appearance, arms crosswise the Unity of God, consciously and feelingly. The forth salute Just as the Prophet ascends till the “Throne” and then returns to his task on earth, the whirling dervish reaching the state of “Fenafillah,” return to his task in creation, to his state of subservience following the termination of his spiritual journey and his ascent. He is a servant of God, of his Books, of his Prophets and all his creation.

At the sixth part Sema ends with a reading of the Quran and specially of the verse from sura Bakara 2, verse 115, “Unto God belong the East and the West, and whither over ye turn, you are faced with Him. He is All-Embracing, All-Knowing.”

The seventh part is a prayer for the repose of the souls of all Prophets and all believers.

1300 Yıllık Kuran-ı Kerim

Suudi Arabistan’da bulunan 1300 yıllık bir duvar yazısı, Kuran-ı Kerim hakkında yüzyıllardır akıllarda olan bir soruyu cevaplandırabilir:

Kuran’a sonradan eklenen ve bazen anlam konusunda da tartışmalara neden olan aksan işaretleri, İslam’ın ilk çağlarında da kullanılıyor muydu?

null

SUUDİ Arabistan Turizm Yüksek Komisyonu’nda yer alan Arap araştırmacılardan Ali ibn İbrahim Gabban, ülkenin kuzeybatısında eşiyle birlikte yaptığı gezide, tarihi bir keşfe imza attı. Gabban söz konusu gezide, üzerinde şu ifadenin kazılı olduğu bir kayayla karşılaştı: “Allah’ın adıyla; ben, Züheyr, bunu Ömer’in öldüğü zamanda, dördüncü yılın 20’sinde yazdım.”

null

Kızıl kumtaşı üstünde yer alan ve silik bir halde bulunan yazının, 1300 yıllık olduğu yapılan inceleme sonucu ortaya çıktı. Yazıda geçen tarih, miladi olarak 644 yılına rastlıyor. Bu durumda, bahsedilen Ömer’in, 644 yılında şehit edilen Hz. Ömer olduğu tahmin ediliyor. Yazıyı yazan Züheyr adlı şahsın ise, muhtemelen Suriye-Mekke arasında yol alırken mola veren bir hacı adayı olduğu sanılıyor.

Kuran’ın yazılı hale getirilmesinden önceki döneme rastlayan ve Arapça’nın eldeki en eski ikinci yazılı metni olan duvar yazısının “son derece önemli bir buluş” olduğunu belirten Ali ibn İbrahim Gabban, tarihi bulguları, “Arap Arkeolojisi ve Epigrafisi” adlı dergide yayınladı.

Ünlü belgesel kanalı Discovery Channel’ın haber sitesi de, “İslam’ın en eski yazıtı, Kuran ile ilgili bir sırrı çözebilir” ifadesini kullandı.

İlk sahabeler kaldırdı

Tarihçiler, yüzyıllardır, Kuran’ın ilk örneklerinin neden imla işaretlerini içermediğini tartışıyordu. Kelimelerin vurgusunu, hatta bazen anlamını bile değiştiren inceltme ve kesme işaretleri gibi ayırt edici imler, Hz. Muhammed’in vefatından çok sonra Kuran’a eklenmişti.

Ali ibn İbrahim Gabban, keşfinin, 1300 yıl önce de İslam’ın kuruluş coğrafyasında “tam teşekkülü bir imla sistemi” olduğunu kanıtladığını öne sürüyor. Keşfedilen duvar yazısında noktalama işaretleri ve harekeler yer almasa da, şekilleri birbirine benzeyen sessiz harfleri ayırt edecek aksan işaretleri var.

Gabban, “ilk sahabelerin Kuran’ı aksan işaretlerinden arındırdığını” belirterek, “Böylece Müslümanların, Peygamber’e indirilen Kuran’ı, farklı Arap lehçelerinde de okuyabilmesine cevaz verilmiş ve ayrıca, kelimelerin iskeletlerinin, içerdikleri tüm anlamları taşımasına imkan sağlamıştı” diyor.

Batılıların mazereti kalmadı

Discovery News’a konuşan İskoçya’daki St. Andrews Üniversitesi Arapça ve Ortadoğu Araştırmaları Profesörü Robert Hoyland da, keşfin önemini doğruluyor. En eski Kuran mushaflarının 652-680 yıllarından kaldığını belirten Hoyland, Batılı akademisyenler, Kuran vahyinin aksan işaretlerini de içerecek biçimde kağıda aktarıldığını kabul etmediğini, “madem ilahi değil, o halde imla işaretlerini değiştirebiliriz” diye düşündüklerini hatırlatıyor. Ayetlerin anlamını da değiştirebilen bu yaklaşımın İslam alimlerinin hoşuna gitmediğini ifade eden Hoyland, “Artık elimizde olan Kuran metnini değiştirmek isteyen Batılı bilimadamlarının daha az mazereti var” diye konuşuyor.

Hz. Ömer suikastı

Öte yandan 1300 yıllık duvar yazısı, Hz. Ömer’in ne zaman öldürüldüğü konusundaki soru işaretlerini de büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. Hz. Ömer’i, 7 Kasım 644’de, İranlı bir askerin camide bıçakladığı ve İslam’ın ikinci halifesinin iki gün sonra şehit olduğu kabul ediliyordu. Yazının altına 644 yılını işaret eden hicri tarihi not düşen Züheyr’in, muhtemelen bu cinayete bizzat şahit olduğu belirtiliyor.

Uzman görüşü

Ana mushaflar işaretsizdi

Mehmet Nuri Yılmaz (Eski Diyanet İşleri Başkanı): Kuran-ı Kerim, Hz. Ebubekir döneminde kitaplaştırıldı. Onu teşvik eden ise Hz. Ömer’di. Hz. Ömer, “Peygamber kendi döneminde vahiy sürdüğü için Kuran’ı kitaplaştırmadı. Vahiy sona erdiğine göre, artık bu işte hayır vardır” demişti. “Ana mushaf” dediğimiz ilk Kuran örnekleri Hz. Osman döneminde Kureyş lehçesine göre yazıldı, çoğaltıldı ve İslam coğrafyasına dağıtıldı. Bunlara “ana mushaf” diyoruz.

O dönemden kalan iki ana mushaftan biri Özbekistan’dadır. Onu yerinde görmüştüm. Gerçekten de yazımında noktalama işareti, hareke, vs. bulunmaz. İmla işaretleri Peygamber’den çok sonraları kondu. Zaten bunlar anlamı pek değiştirmez. Keşfedilen duvar yazısını incelemek gerek. Fakat orada bahsedilen kişi, Hz. Ömer’in torunu, Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz de olabilir. Tarihlendirmeyi nasıl yaptılar, bilmiyorum.

Yazı stili uyuyor ama yargıya varmak zor

Nihat Hatipoğlu (İlahiyatçı): İslam’ın ilk döneminde Arapça yazı Kûfi tarzdaydı. Sülüs ve diğer yazı stilleri sonradan çıktı. Keşfedilen taştadakiler de ilk dönem yazı karakterlerine benziyor. Yazıda, “Ben Züheyr, Ömer 4’te vefat etti” ifadesi geçiyor. Aradaki bir kelimeyi okumak zor. Yazıdaki Züheyr, sahabelerden Kab bin Züheyr’e işaret ediyor olabilir. Ama tek bir buluntudan yola çıkarak, Kuran-ı Kerim ve Arap alfabesiyle ilgili tarihi detayları bir anda yok sayamayız. Tarihi bir levha olarak kıymet ifade eder, ama buradan bir yargıya varmak zor. Öyle ki, yazının hicri 70 yılından sonra yazılmış olma ihtimali de var. Nitekim Ebu Esved ilk harekelemeyi 69 yılında yapmış, Haccac döneminde de imla düzenlemeleri tamamlanmıştı.

[Kaynak: Hurriyet.com]

Hazret-i Muhâmmed’in Kişilik Özellikleri

Hazret-i Muhâmmed, uzuna yakın orta boylu, pembemsi nuranî beyaz tenli olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizasından taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hazret-i Muhâmmed’in başı irice olup O’na ayn bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı. Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı. Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını asla ihmal etmez, yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası hafif aralıklı, gözleri siyah, burnunun üst tarafı gayet itidal üzere yüksekçe, dişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı. Omuzlarının arası genişçe, omuz başları kalın, el ve ayakları enlice idi. İki kürek kemiği arasında, keklik ya da güvercin yumurtası büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki, bu ben, peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar, sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü. Peygamber Efendimiz, bedeninin, giyeceklerinin, yiyeceklerinin ve çevresinin temizliğine büyük bir önem ve itina gösterirdi.

Hazret-i Muhâmmed’in Şahsiyeti ve Ahlakı

Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu kadar ahlak ve şahsiyeti itibariyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlak üzeresin” (el-Ka-lem, 68/4). Bizzat Hazret-i Muhâmmed; “Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur (Muvatta’, Husnü’1-Hulk,  . Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri Cenab-ı Hakk’ın kontrol ve murakabesi altında idi. Bu sebeple O; “Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti” buyurmuş (Süyüti, el-Ca-miu’s-Sağîr 1/14); hayatı boyunca gayri İslamî ve gayri insanî hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sadır olmamıştır. Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası, yardımseverliği ve her türlü güzel ahlakı ile takdirler kazanan ve KureyşIiler tarafından “el-Emîn=güvenilir kişi” ünvanına layık görülen Hazret-i Muhâmmed, peygamberliğinden sonra da Rabbinin Kur’an’la mü’minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlakî değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye Ashab-ı kiram’dan birisi Hazret-i Muhâmmed’in ahlakını sorduğu zaman, Hz. Aişe; “O’nun ahlakı Kur’an idi” diye cevap vermişti (Müslim, Müsafirîn 136).

Peygamber Efendimiz, Allah’ın Rasulü ve İslam devleti’nin başkanı olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevazî ve samimi idi. Daima sade bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni, yiyecekleri, tüm yaşayışı sade idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir müracaatı boş çevirmez, meşru istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi. Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi. Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi. Cesaret ve şecaat, sabır, azim ve ümit, müsamaha ve iltifat, şefkat ve merhamet, O’nun belirgin ahlakî özellikleri idi. Peygamberlerin temel vasıflarından birisi olarak parlak bir zekaya, keskin bir kavrama gücüne, eşsiz bir muhakeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez, yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenab-ı Hakk’a tevekkül ederdi.

İdareci Olarak Hazret-i Muhâmmed

Kur’an-ı Kerîm’in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet’in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hazret-i Muhâmmed, teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine’ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devleti’nin ilk başkanı olmuştu. Hazret-i Muhâmmed’de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkanına rağmen, Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir. Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklıhaksız her hususta ona itaata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hak’tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır.

Adalet ve hakkaniyet ölçülerine uyma, O’nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adalet önünde soy, mevki, makam, mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fatıma adlı bir kadın getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve “Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim” buyurdu (Buharî, Hudüd 12; Müslim, Hudüd 8, 9). Devlet idaresi için çeşitli kademelerde görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak hakka ve hakikata uymayan konularda tebeanın itaat mükellefiyetinde olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.

Hazret-i Muhâmmed‘in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve tümü idi. Pek çok Kur’an ayetinde ifade edildiği üzere (el-En’am, 6/57, 62; Yusuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslam idare sisteminde hakimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idare Allah’a ait idi. Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah’ın vahiylerini ihtiva eden Kitab’a, yani Kur’an-ı Kerim’e mahsus bulunuyordu. Bizzat Hazret-i Muhâmmed ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî meselelerde Hazret-i Muhâmmed’in getirdiği hükümler ya Cebrail vasıtasıyla Cenab-ı Hak’tan aldığı, ama Kur’an’da yer almayan emirlere (vahy-i gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama bizzat kendisine ait bu kararlarda Hazret-i Muhâmmed’in bir yanılgısı söz konusu ise derhal Cenab-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.

Devlet Başkanı Olarak Hazret-i Muhâmmed

Toplumda Müslümanlar arasında veya İslam devleti’nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, dava konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davacıyı olduğu kadar davalıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağlıyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyük hassasiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davaların halini bazan ashabının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hazret-i Muhâmmed adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

Eğitimci Olarak Hazret-i Muhâmmed

Hazret-i Muhâmmed‘in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; “Ben ancak bir muallim olarak gönderildim” buyurmuştur (ibn Mace, Mukaddime 17). Hazret-i Muhâmmedin eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hale gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenab-ı Hakk’ın emrine uyarak; “Rabbim, benim ilmimi artır!” (Taha, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah’a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; “Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!” (İbn Mace, Mukaddime 23) diye yakarıyor; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

Bu ölçüler içerisinde Peygamber Etendimiz ashabını Medine’ye hicretten önce Mekke döneminde Daru’l Er-kam’da, Hicretten sonra da Mescidü’n-Nebîde ve Suffa’da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tabi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hazret-i Muhâmmed evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesair durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kabiliyet ve kapasiteleri Hazret-i Muhâmmed tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi haricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti.

Okuma-yazma, basit matematik, Kur’an tilaveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik malumat bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası’nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli Müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hazret-i Muhâmmed, gayr-i müslim öğretmenlerden istifade etmekte bir beis görmemişti. Mesela Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on Müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda Müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Aişe başta olmak üzere Rasülüllah’ın zevceleri ve Ashabın alim hanımları öğretim faaliyetlerinde Hazret-i Muhâmmed’e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüz o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa’ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.

Komutan Olarak Hazret-i Muhâmmed

Kureyş müşrikleri başta olmak üzere İslam düşmanlarının faaliyetleri ve İslam’ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları, İslam’ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine’ye hicretten itibaren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu olmak üzere, Hazret-i Muhâmmed’in hayatında savaşlar, kaçınılmaz olarak zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hazret-i Muhâmmed fevkalade yüksek bir komuta güç ve dirayetine, eşsiz bir askerî kabiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri, hücum, savunma ve manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri, savaş araç ve gereçleri hususunda yeni gelişmeleri takip ederek başarı ile uygulama hassasiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecaatli olduğundan Uhud ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en hararetli ve kritik anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında Ashabın tereddüte düştüğü, bazılarının dağıldığı sıralarda bile sebat gösterir, en tehlikeli anlarda Ashabı O’nun yanına sığınarak kendilerini korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu bilinemeyeceğinden, düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile metanetini kaybetmez ve akl-ı selîm ile düşünerek dağılan kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu gerçekleştirerek üstünlük sağlardı.

İstihbaratın askerlikteki önemini gayet iyi bildiğinden cihad öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında düşman faaliyetleri konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir, küffar arasında devamlı istihbarat elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu maksatla ve çevre emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da çıkarmıştır. Sefer sırasında, özellikle mola verildiği anlarda ani bir düşman baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır. Müslümanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini takviye etmek üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslami unsurlar içeren parolalar belirlerdi. Ayrıca Hazret-i Muhâmmed’in her gazvesinde ve çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O’nun yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve pusulara yer verildiği gibi, gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını açacak bir takım hilelere de başvurulabiliyordu.

Özellikle soğuk harple düşmanı yıpratma, psikolojik baskı altına alarak moral olarak mağlup etme ve böylece direnme gücünü kırma usulü Hazret-i Muhâmmed tarafından uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan dökülerek düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hazret-i Muhâmmed kan dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın çıkmaması için üzerine düşen tüm çabayı sarfediyor, sulh yollarını deneyip bu hususta düşman tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu bakımdan Hazret-i Muhâmmed nazarında sulh asıl olup; harp, geçici idi. Yalnız Hazret-i Muhâmmed’in sulh anlayışı, çevrede hakim batıl güçlerin, idaresi altında bulunan halk üzerinde baskı kurarak, sultalarını sürdürüp zulüm ve haksızlık icra etmelerine seyirci kalmayı; insanların inanç ve düşünceleri sebebiyle takip altında tutulup baskıya, eziyet ve işkencelere maruz bırakılmalarına göz yummayı gerekli kılmıyordu. Hazret-i Muhâmmed’in sulh anlayışına göre; insanlar inançlarını belirlemede tamamıyla serbest tutulmalı, hür iradeleri ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı söz konuşu olmaksızın bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette insanlara hak ve hidayet yolunu gösterecek İslam tebliğcileri de bu sulh vasatında hak ve hakikatin apaçık delillerini insanlara anlatarak, onları gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler, ama hiç kimseyi İslam’a girme konusunda zorlamayacaklardı.

Ne var ki hakkın varlığını hazmedemeyen batıl gücün temsilcileri İslam’ın bu şekilde sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları baskılar altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından, Hazret-i Muhâmmed açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hazret-i Muhâmmed kan dökülmesini istemiyor, bu konuda gerekli tedbirleri alıp lüzumlu emir ve talimatlarını veriyordu. Mesela düşmanla karşı karşıya gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce düşman kuvvetlerini İslam’ı kabul etmeye mutlaka çağırır, bu teklif reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz karşılık verirdi.

Ayrıca düşman saldırmadan, saldırıya geçmeme; harp sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati organlarını değil, el, ayak, bilek, dirsek, diz gibi mafsallarına hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum edip etkisiz hale getirme; esir olup eman dileyene eman verme; cahiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup kulağını burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine cahiliye devrinde sırf intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktul düşen düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insanî uygulamanın terkedilerek düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri, O’nun komutasında cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde verdiği talimat arasında yer almaktadır.

Aile Reisi Olarak Hazret-i Muhâmmed

Hazret-i Muhâmmed, henüz gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken Mekke’de Hz. Hatice ile evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O sıralarda birden çok kadınla evlenmek, Araplar arasında son derece yaygın bir adet olmakla beraber Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel bir takım sebep ve hikmetlerle Hazret-i Muhâmmed birden çok kadınla evlendi. Bu evliliğin sebeplerini, İslam düşmanlannın yaptığı gibi nefsanî ve şehevanî arzulara bağlamak asla doğru değildir. Çünkü Hazret-i Muhâmmed’in çok evliliği iddia edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı olsaydı, bu evliliklerin Hazret-i Muhâmmed’in söz konusu arzuyu daha ziyade duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip eden seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hazret-i Muhâmmed, tam yirmi beş yıl sadece Hz. Hatice ile evli kalmış, onun vefatından sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar gerekli kıldığı için yeni evlilikler yapmıştı.

Bazen evlilik dolayısıyla temas kurulan ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere İslam’ın iletilebilmesi düşüncesi, bazan evleneceği zeki, kabiliyetli ve bilgili eşi vasıtasıyla kadınları İslami esaslara göre daha rahat eğitebilme arzusu, bazan savaş dolayısıyla ortaya çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar arasından evlilik yaparak bertaraf edip muhatap kitlelerini celbetme lüzumu, bazan İslam hukukunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hazret-i Muhâmmed’in tatbik ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî, siyasî, hukukî, sosyal bir çok sebep ve hikmet Hazret-i Muhâmmed’in çok evlenmesini gerekli kılmıştı. Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı on bir olup şunlardı:

Hatice bint Huveylid, Sevde bint Zem’a, Âişe bint Ebûbekir, Hafsa bint Ömer, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye, Zeyneb bint Cahş, Cüveyriye bint elHaris, Ümmü Habîbe bint Ebu Süfyan, Safiyye bint Huyey ve Meynûne bint el-Haris. Reyhâne ve Mâriye ise cariyeleri idi.

Hazret-i Muhâmmed’in zevcelerinden Hz. Hatice, Mekke’de peygamberliğin onuncu yılında, Zeyneb bint Huzeyme ise Medine’de Hicretin dördüncü yılında vefat etmişti. Bu sebeple Peygamber Efendimizin bir arada dokuz eşi bulunmuş ve bu sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya kadar uzun bir sürede evlilik zarureti çıktıkça aralıklarla ulaşılmıştır.

Hazret-i Muhâmmed‘in bu zevcelerinden Hz. Aişe dışındakilerin tamamı Rasülullah ile evlendikleri sırada dul idiler ve pek çoğunun eski eşlerinden çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da idi. Bu durum da, Hazret-i Muhâmmed’in evliliğini gerekli kılan özel bir takım sebep ve hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir. Hazret-i Muhâmmed’in hanımlarının Mescid’e bitişik olarak inşa edilmiş birer odaları vardı. Peygamber Efendimiz her gün sıra île bir eşinin yanında kalırdı. Hepsine karşı güler yüzlü davranır, ilgi gösterir, ev işlerinde onlara yardım eder, söküklerini kendisi dikiverir, aralarında adaletle muamelede bulunur, hiç birine diğerinden ayrı davranmazdı. Zaman zaman onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı.

Hayatı boyunca Hazret-i Muhâmmed’den hanımlarına karşı kötü bir söz veya davranış sadır olmamıştır. Peygamber Efendimiz, hizmetinde bulunan görevlilere, karşı da asla sert ve haşin davranmaz; kendi yediklerinden onlara da yedirir, giydiklerinden onlara da giydirirdi. Küçük birer odadan ibaret olan hane-i saadetleri son derece sade, ama temiz idi. Bazen bir hasır, bazan yünden dokunmuş bir ihram, bazan da içi hurma lifleri ile doldurulmuş deri kaplı bir yatak Hazret-i Muhâmmed’in oda döşemesini ve yatağını oluşturuyordu.

Her konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve israftan kaçınarak sadeliği tercih eden Hazret-i Muhâmmed, bazı zevcelerinde görülen daha iyi imkanlarla daha müreffeh bir yaşayış arzu ve isteği üzerine Kur’an’da da temas edildiği üzere “Şayet dünya hayatını ve süslerini istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini güzellikle salıvereceğini, ama şayet Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorlarsa Allah’ın iyi davrananlar için büyük bir mükafaat hazırladığını” (el-Ahzab, 33/28-29) belirterek tavrını açıkça ortaya koymuştu. Tabiî ki Hazret-i Muhâmmed’in zevceleri bu ikaz üzerine beşer olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama arzu ve isteğini terkedip Hazret-i Muhâmmed’in yanında kalmayı ve O’nun sade yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.

Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel yaşayışında ahlakında, dini tebliğinde, devlet idaresi ve askerî komutasında, eğitim ve öğretiminde, kısacası tüm sözleri, hareketleri ve davranışlarında bütün Müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Andolsun ki Rasûllah’ta sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır” (el-Ahzab, 33/21).

Allah’ın salat ve selamı O’nun üzerine olsun.